31 Ekim 2024 Perşembe

Masumiyet Müzesi - Orhan Pamuk İncelemem

Bildiğiniz üzere Orhan Pamuk Nobel Ödülü olan bir yazar. O nedenle derinlik sağlama, karakter çizimi ya da edebi kalite oluşturma konusunda net çok iyi. Bununla ilgili sanıyorum ki kimse olumsuz bir yorum yapamaz. Konuşması ne kadar kötü ise eline kağıt kalem alınca da bir o kadar iyi bir yazar. Bunu bu eserinde de yine ortaya koymuş. Ama bir o kadar da sıkıcı mevzular var, oraya birazdan gireceğim.

Bu kitabında bir aşk hikayesine derinlemesine inme konusunu işleniyor. Ama bana kalırsa bu bir aşk hikayesi değil. Buna isterseniz libido, isterseniz psikolojik rahatsızlık, isterseniz de takıntı, bağımlılık vs ne derseniz deyin ama aşk bence bu mevzuya çok uzak. Edebi dünyadaki aşk hikayelerinden sonra bu hikayeyi modern aşk hikayesi olarak önümüze koymaları bence dönemsel olarak da sorgulanması gereken bir mevzu. Yani Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin evrile evrile günümüze Kemal ile Füsun aşkı olarak geldi ise ben bunu kabul etmiyorum, edemiyorum. Ya dönem bitmiş, ya aşk anlamını yitirmiş, ya da beklentiler sıfıra inmiş, bilemiyorum ama son durum bu.

Karakterlere geçiyorum şimdi; Kemal, zengin bir aileden gelen ve aile şirketinde yöneticilik yapan bir genç adam. Sibel, Fransa'da eğitim almış, kültürlü, güzel bir kadın ve Kemal'in kitabın başlarında nişanlısı olarak geçiyor.Ve asıl kız olan Füsun. Füsun, 18 yaşında güzelliğiyle adeta baş döndüren, Kemal ile geçmişte aynı ortamda bulunmuş ve matematik çalıştırma bahanesi ile sık sık görüştüğü ve bu görüşmelerde de seviştiği genç kızımız.

Bizim kendini akıllı sanan Kemal'imiz sonrasında hem genç Füsun ile, hem de başarılı Sibel ile aynı anda görüşeyim ve hatta Sibel ile bir de üstüne nişanlanayım demiştir ama ne yazık ki Füsun'u bu hamlesi ile kaybetmiştir. Bundan sonra zaten olaylar gelişir. Detaya girip spoiler vermek istemiyorum.

Kitaptaki en uzun iki bölüm 1.si nişan sahnesi. 2.si de Kemal'in sürekli Füsun'un aile evine yaptığı ziyaretlerin olduğu kısım. Bu iki kısımda da kitabı gram etkilemeyecek gereksiz detaylar var. Hiç konu yok. Ya da burada geçen karakterler pek işimize yaramıyor. Rus edebiyatı gibi gelip geçen onlarca karakter var. Yine Masumiyet Müzesi fikri için sırf bir şeyler biriktirebilmek için sürekli evden bir şeyler araklıyor. Her 20 sayfada 1 tek esprisi o bölümün bu. Kitabın en sıkıcı bölümü Çukurcuma'daki ailesi ile birlikte zaman geçirdiği 8 sene. Bu bölüm gereksiz uzundu. Asla bitmedi ve detayları da gereksizdi.

Yine depresyon geçirdiği dönem beni bitirdi. Aşırı nefessiz kaldım. Bu bölüm hiç bitmedi. Sürekli bir onu unutamayacağım hikayesi ile karşımıza çıkıyor. Kitapta bu psikolojik dönem bitmiyor. Belirttiğim gibi fazla uzun. Detaylar çok fazla. Çeşitli bir anlatım var, buna bir şey diyemem ama sayfa sayısı olarak asla ölçülü değil. Sıkıcı bir hal alıyor.

Kitapta en çok tartışılan konu sanıyorum şu; sen hangisine daha çok üzüldün? Füsun'a mı? Yoksa Kemal'e mi? Ben ikisine de üzülmedim. Bu kadar aldatma hikayesinin olduğu, normalleştirildiği ve aşk olarak bize dayatılmaya çalışıldığı bir hikayede ben Sibel'e sadece üzülürüm ve seçmek zorunda isem onu seçerim. Başka yok.

Kitabın sonu da tatmin edici değildi. Spoiler olmasın diye bu kısımdan bahsetmeyeceğim ama neden oldu, neden yaşandı, altyapısı ve mantığı olmayan bir bölümdü. Yine hikayeyi Orhan Pamuk'a anlatayım o da gitsin kitabını yazsın, müzesini açsın sonu da fazla ergence geldi. Ama şunu da belirteceğim, bu eşyaları görmek ve kitabın daha bütüncül olabilmesi amacı ile grubumla yakın zamanda bu müzeye gideceğim. Çünkü denenmemiş bir tarz ve bence büyük bir risk. Ama zaten köşeyi döndükten sonra Orhan Pamuk da bu riski almış.

Kitabın içerisindeki bir kere girmelik bedava müze bileti boşluğu harika bir detay. En çok buna bayıldım. Kitabı yanında olan herkes müzeye girebiliyor ve bu puzzle parçaları birleşebiliyor. Bu iyi ve sempatik bir detay. Bunu en yakın zamanda ben de yaşayacağım Bidünyakitapgrubu ile.

İstanbul'un Cumhuriyet'ten sonraki modernleşme ve batılılaşma sürecinde sosyete olarak isimlendirilen çevrenin dinamiklerini tanımak için de tercih edilebilecek bir eser olabilir. Ama belirttiğim gibi iyi bir aşk kitabı olarak seçilecek bir kitap değil. Çünkü aşk yok. Bir hikayede aldatma varsa o hikayede aşk olmaz. Aldatma hastalıktır, aşk gibi kutsal bir duygu da hastalığın olduğu yerde yeşermez.

Kitap bu arada gerçeğe uygun bir hikaye idi. Mantık hataları ya da gerçekte bu olmaz denilen yerlerin sayısı ne kadar çok olsa da yine aynı şekilde böyle toksik insanlar, elindekinin kıymetini bilmeyen, aç gözlü, memnuniyetsiz, kendi duyguları sadece ön planda olan insanların sayısı hayli fazla. O nedenle tabii ki yaşanabilir bir kurgu idi. Bazen Yeşilçam moduna dönse de hikaye bir şekilde kitap bitiyor. Bu kitap 375 sayfa olsa idi eminim 2 gömlek daha iyi bir kitap olurdu bence.

Bu arada eşya biriktirme olayını yapan birçok tanıdığım var. Hatta bazıları belki de bu kitabı okuduktan sonra bunu yapmaya başladı, bilemiyorum. Ama romantik bir şeymiş gibi geliyor ve gerçekten de eşyalar o insanı ve o insanın sana yaşattıklarını hatırlatır. Bu bir gerçek. O nedenle bu detay da yine özel ve tekti. Beğendiğim kısımlardandı.

Bu kitapta bir şeye daha dikkat ettim. O da geri dönüşler. Ya Orhan Pamuk sevdiren eser, ne aşk kitabı idi, ne unutulmaz eserdi vs deniliyor, ya da benim de dediğim gibi bu kitap bir aşk kitabı değil, ilişki fazla toksik, bu bir psikolojik hastalık kitabı diyenler oluyor. Bu da bir diğer gerçeği kitabın.

Şunu da belirtmek de fayda var. Storytel de Orhan Pamuk'un çok başarılı sesli kitapları var ve ben Murat Eken'in sesinden de araba kullanıyorken dinledim. Tüm kitapları bitirilebilir. Bu bir reklam değildir bu arada. Ben zaten sesli kitap çok sevmem. Hatta e kitap hiç sevmem. Ama gerçekten de aradaki boşluklarda işim varken falan odağım iyi olduğu özellikle vakitlerde dinledim ve çok memnun kaldım. Bunu da naçizane bir öneri olarak buraya koymak isterim.

Kitapta yine son bölümlerde sinema dünyası ile ilgili de iyi ve detaylı dönemsel araştırmalar yaptığını yazarımızın görüyoruz. Bu da sinema dünyasını sevenleri ekstra tatmin edecek bir parça olacaktır sanıyorum.

Bu romanda yukarıda da belirttiğim gibi bir edebi sorun yaşamayacaksınız ama uzun olan o iki bölüm sizi durduracak. Kitabın en büyük artısı aslında müzesinin olması bence. Belki müzesi olmasa o havası bir iki tık daha sönebilirdi. Düşünsenize para ne güzel bir şey. Parayla edebiyat bile satın alabiliyorsunuz. Bestseller bile satın alabiliyorsunuz. Adam önceden binayı tamamen satın almış, sonra restore etmiş ve müze yapmış. Çok büyük bir merak unsuru oluşturuyor. Gitmek ve okuduktan sonra görmek istiyorsunuz. Çünkü hiçbir kitapta bu yok. Özel dedim ya, nedeni işte bu. Düşünsenize Kürk Mantolu Madonna'nın da böyle bir müzesinin olduğunu. Bir yüz sene sonra Masumiyet Müzesi emin olun çok daha anlamlı, özel ve turist çeken bir yer olacak. Zaten yakında dizisi de geliyor. O da patlatır müzeyi. Hele bir de yazarı bir ölsün, bilirsiniz ölünce saygı işine biz bayılırız. O zaman işte görün.

Bu müze roman başarılı olunca yapılmamıştır, roman ve müze Orhan Pamuk tarafından ilk günden itibaren birlikte düşünülerek kurgulanmıştır. Önce bir bina satın alınmış, sonra hayali bir aile, hayali bir aşk, hayali bir dünya inşa edilmiş ama bu hayaller gerçek dünyanın düzenine monte edilmiş. Zor bir yola çıkılıp, başarılmış yani.

Orhan Pamuk bir söyleşisinde şunu söylüyor; "Ben ressam olmak küçükken çok isterdim ama romancı oldum, bu hayali çizim benim içimdeki ressam çocuğun da ölmediğinin bir göstergesi belki de."

O kıymetli ve kitaptaki ilk söz olan cümle ile incelememe son vermek istiyorum: "Hayatım en mutlu anıymış, bilmiyordum." Bu alıntı kitapta son cinsel birliktelik çağrıştırması amacı ile yazılmış. Yani o son gördüğüm an, onun son kez elini tuttuğum an, otobüse son kez bindirdiğim an, sarıldığım an değil. Burada bile bu kitaptan görülecek o ki bir aşk hikayesi bence çıkmaz, belirttiğim gibi libido, hastalık vs çıkar.

Kitaba puanım 8.

22 Ekim 2024 Salı

Agatha Christie - Acı Kahve İncelemem

Acı Kahve aslında Agatha Christie'nin bir oyunudur. 1930 senesinde yazılmış ve sahnede uzun yıllar bu oyun oynanmıştır. Bu Agatha'nın ikinci büyük yükselişidir. Aynı zamanda da ilk yazdığı oyun senaryosudur. Roman versiyonu orijinal metin değildir. Yani okuduğumuz bu kitap Agatha'ya ait bir fikirdir. Cümleler ona ait değildir. Romanlaştırma, Avustralya doğumlu yazar ve klasik müzik eleştirmeni Charles Osborne tarafından yapılmıştır.

Kısaca konusu şudur: Bir bilim adamı olan Sir Claud Amory atom patlayıcısı için bir formül geliştirmektedir ama bu formul çalınır. Tabii ki bu hırsızlığı çözecek kişi Agatha'nın her kitapta neredeyse olan Hercule Pairot'tan başkası değildir.


Ev halkı şunlardan oluşuyor: Claud'un kız kardeşi Caroline, yeğeni Barbara, oğlu Richard, Richard'ın İtalyan karısı Lucia, sekreteri Edward Raynor ve Lucia'nın eski arkadaşı Dr. Carelli. Burada güzel bir oyun oynanır. Bir kahve siparişi edildiği esnada, Claud bu formülü çalan kişinin ışıklar sönünce masaya formül kağıdını koymasını ister ve konunun kapanacağını herkese söyler ve gerçekten de birden masada bu formül kağıdı beliriverir. Ama hem formül kağıdının bulunacağı zarf boş, hem de Claud artık ışıkların söndürüldüğü esnada ölmüştür. Bir kahve, bir boş zarf ve bir ölü bilim adamı. İşte bu olaydan sonra olaylar gerçekleşir ve araştırmalar başlar. Yine o alışılagelen mükemmel Agatha gizemi bu kitapta da mevcut.

Bu 6 kişiden hangisi yapmıştır bu cinayeti. Konu bunun etrafında dönerken yine Agatha bizi farklı yani aslında katil olmayan kişilere de yönlendirir ve kafamızı karıştırmayı başarır.

Bu kitapta diğer kitaplardan farklı olarak sonu çok daha basit bitti ve yine diğer kitaplardan farklı olarak baş kahramanımız Poirot'da kitapta ölüm tehlikesi atlatıyor.

Bilindiği üzere Agatha Christie'nin neredeyse tüm kitaplarında olay budur. Birden fazla şüpheli vardır. Kafa karışıklıkları, yanlış yönlendirmeler ve mutlak sürpriz son vardır. Son hariç tatmin edici denilebilirdi. Bir de ışığı kapatayım da açayım da masaya zarfı koyun aşırı çocukça bir kurgu gibiydi. Çok tatmin etmedi, ne yalan söyleyeyim.

Zeki ve kurnaz Pairot yine bu kitapta da kendine yakışan bir hamlede bulundu. O benim Sherlock Holmes'den sonra en beğendiğim dedektif olabilir. Sıkıcı giden yerlerde onun varlığı ilaç gibi oldu.

Yine kitap öncesi araştırmalarına bayıldım yazarımızın. Tüm formülleri ve onların insan vücudundaki etkisini bir bir sıralamış, harika idi.

Kitabın çok eski bir filmi de vardır bu arada. İzlemedim, izlemem de sanıyorum. Ama hatırlatmak istedim.

Kitaba puanım 7.

17 Ekim 2024 Perşembe

Güzide Sabri - Ölmüş Bir Kadının Evrakı Metrukesi İncelemem

Güzide Sabri, Sultan Abdulhamit'in babasını sürmesi sonucunda annesi tarafından yetiştirilmiştir. Babasız yetişmesi onu hasta etmiş ve uzun yıllar bu psikolojisini bozmuştur. Sonrasında önce en yakın dostunu sonra da kocasını kaybetmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında aşk ve karasevda kavramlarını ele alan ilk kadın yazar olan Güzide Sabri, Bursa'da bir köyde sessiz sedasız ve yalnız bir biçimde hayata gözlerini yummuştur.

Yazmak onun için bu kadar olumsuzluk, kötülük ve yalnızlık içinde tutunduğu tek dal olmuştur. Aşk, ıstırap ve gözyaşı ile dolu olan romanlarının en önemli özelliği, kadınların asıl kahraman olarak seçilmesi ile duygusal yönlerin ağırlıkta olmasıdır.

Yine kitapları Yalova ve Bursa'da geçer, bu da otobiyografik ögelerin çokluğunun bir başka göstergesidir.

Devrin dertleri kitaptaki karakterin genelde pek umurunda değil, tek dertleri aşık olmak ve sevdikleri kişiyle evlenip, mutlu mesut ölebilmek. Popüler aşk kitaplarının aslında yazım şekli olarak bence temelini oluşturuyor diyebiliriz.

İkinci romanı olan Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi 1905’te yayımlanmış, 1958 yılında filme uyarlanmış ve Ermenice diline de sonradan çevrilmiştir. Nedret kitabı da bu kitabın devamıdır.

Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’ndeki Fikret, babası taşrada olduğu için onun hasretine dayanamayıp hasta olan, bir süre sonra yanına giden Güzide Sabri'den başkası yüksek ihtimalle değildir.

Yukarıdaki hayat hikayesine baktığınız vakit kitaptan birçok ortak nokta olduğunu göreceksiniz. Kitapta ölen Fikret Hanım'ın hatıralarını yazdığı defter aracılığı ile hikayesine tanıklık ederiz.

Kitap öğle kuşağı tadında bir kitap. Öncelikle bunu söylemek lazım. Annesi Fikret'in ölüyor, baba ikinci evliliği yapıyor, Fikret'i anne zorla gidiyor yaşlı ve zengin birine veriyor. Ama bizim Fikret kendini iyileştiren doktoru seviyor. Ee bu doktorda durum peki ne derseniz o da evli. Hatta iki tane de çocuğu var. Yani olaylar olaylar. Dizisini çek Aşkı Memnu 2 diye izlet. Öyle bir şey.

Entrikalar dolu dizgin gidiyor. Sonra gerçekten de iki evli çift arasında bir aile bağının da olduğu ortaya çıkıyor. Yani batılı tarzda Halid Ziya Uşaklıgil tarzı sevenler kesinlikle okusun. Ben birçok yönden o tarza kitabı. benzettim.

Nedret yukarıda da belirttiğim gibi ikinci kitap ve Güzide Sabri'nin en sevdiği de aynı zamanda kitabındaki karaktermiş.

Kitap sıkıcı değil ve merak uyandırıcı bir çok sahne var. Örnek verdiğim Aşkı Memnu gibi sevilecek bir kitap olacağını çoğunluk tarafından düşünüyorum. Filmini de izleyeceğim birazdan. Dizisi de yapılsa hatta bu da çok izlenir.

İkinci kitapta da bu iki aşık doktor Nejat ve Fikret'in çocukları Nedret ve Nihat aşk yaşıyorlarmış. Ya da yaşıyorlar mı? Bilemiyorum. Onu da okurum umarım yakın zamanda.

Kitaba puanım 8.

14 Ekim 2024 Pazartesi

Bulet Uzuner - Uzun Beyaz Bulut Gelibolu İncelemem

Buket Uzuner kimdir? Romancı, hikâyeci ve gezi yazarı. Çevre bilimci. Feminist, hayvan ve çevre hakları savunucusu. Eserleri 10 dile çevirilmiştir.

Buket Uzuner, Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. Kuruluş yılında Türkiye üniversiteleri, basını, meslek kuruluşları ve 81 ilin valiliklerinden oluşturulan jürinin oylarıyla ‘Cumhuriyetin 75 Başarılı Kadını’ndan biri olarak seçilmiştir.

İklim değişikliği”- çevre sorunlarını ele aldığı ve Türk Mitolojisi’nden fantastik ögeler kullandığı ‘TABİAT DÖRTLEMESİ’ romanları “Su”, “Toprak”, “Hava” ve “Ateş” yayınlanmaya devam etmektedir.

Kitaplarını biz okuyan okurlar onun iyi çevre, kadın ve hayvan hakları savucusu olduğunu net bir şekilde anlayabilir.

Edebiyat dünyasına girmesini sağlayan kişi Bilgi Yayınlarında o dönemde hayatta olan ve editörlük yapan Atilla İlhan'dır.

Kitapları, 1992'den itibaren Türkiye'de ulusal en iyi satış listelerinde yer almıştır. Kumral Ada Mavi Tuna adlı romanı en çok okunan eserlerindendir.

Kitaba gelecek olursak; öncelikle Gelibolu bölgesini onlarca kez gezdim. O bölgeyi gezmeye bayılıyorum. Sanki atalarımızın izlerine, bizim için yaptıklarına her seferinde tanık olabiliyorum. O manevi hava Türkiye'de bence bu bölgeden daha iyi hiçbir yerde hissedilmez. Atalarımızın hepsinin ruhları bundan vesile şad olsun.

Kitap öncelikle hızlı okunan(ben işlerimden dolayı okuyamasam da), akıcı bir dili olan ve gizem unsurunu kitabın sonuna kadar koruyan kaliteli bir kurgu tarih kitabı. Zaten çok satan ve çok takdir edilen, olumlu geri dönüşleri yani fazla olan bir eser. O nedenle hiç sıkılmadan okudum.

Kitapta Çanakkale savaşında dedesini kaybeden Yeni Zelandalı bir kadın ile Çanakkale kahramanı birinin kızı olan bir Türk ninenin gizem dolu hikayesine tanıklık ediyoruz. Yeni Zelanda kültürü ile ilgili Buket Hanım dersine çalışmış. Bizi de bilgilendirdi, kitaba olan gerçekçi havayı da hiç kaybettirmedi. Özellikle mektuplarda Yeni Zelandalılara yani savaş dönemi için bahsedersek Anzaklara bakış açısını diğer dünya devi ülkelerin iyi gördük.

Ali Osman Bey bir Osmanlı teğmeni. Anzak Er Alistair John Taylor ise yine bizim Yeni Zelandalı kızımızın aradığı bir asker. İki ülkenin bu iki askeri mükemmel bir mesaj veriyor bu kitapta.

Eceyaylası köyü kurgu bir köydür. Bizim Yeni Zelandalı kızımız bu kurgu köye gelir ve büyük bir Türk Gazisinin aslında Anzak olduğu ve onun dedesi olduğunu söyler.

Uzun, Bulut bizim savaş kahramanımızın oğullarının, Beyaz ise onun kızının adıdır. Beyaz babasına çok bağlıdır, evlenmemiştir. Köyde meydana gelen yangından sonra hiç dışarıya çıkmamıştır. Uzun Beyaz Bulut yani Yeni Zelanda.

Gazi Alican Çavuş’un kızı olan Beyaz ile bizim Yeni Zelandalı kız bir şekilde yanyana geliyor. Bu kızın adı bu arada Victoria. O evin içerisinden müthiş bir gizem çıkıyor.

Özellikle Anzak erinin yazdığı mektuplar çok başarılı idi. O kurguya bayıldım. Savaşın iç yüzü ve dönem bilgileri tatmin edici idi.

Yer yer ben zaten anlamıştım diyeceğiniz, yer yer de dedektiflik süreceğiniz bir kitap Gelibolu. Epik, lirik ve derinliği olan bir kitap. Edebi yönden çok tatmin edici değil. Ama belirttiğim gibi fazlaca akıcı.

Buket Uzuner, Çanakkale'yi kafasında takıntı yapmış. Yazmasam olmaz demiş. Bu tüm Türk gençleri için de tabii böyle olmalı. Ama bu kitabın yazım süreci ile alakalı olarak bunları kendisi söylüyor. Yine hem Anzak, hem de Türk askerlerin mektuplarını okumuş Buket Hanım.

Can Dündar'in yaptığı Gelibolu’nun İki Yakası adlı belgeselin yazım sürecinde çok fayda sağladığını da yine yazarımız belirtiyor. 4 buçuk senede hem gezi olarak, hem de okumalar yaparak bu kitaba hazırlandığını da yine biliyoruz. Bu da şu demek; ciddi emek verilen işler güzel neticeler doğuruyor. Milliyetçilik ve emperyalizm ile alakalı olarak da yine kitapta birçok mesaj vardır.

Kitapta tarihin birleştirici gücünü de acımasızlığını da görebilirsiniz. Keyifli bir okuma serüveni idi.

Buket Uzuner'in bir ropörtajında sorduğu soruyu size sorarak incelememe son vermek istiyorum: "Aynı adam aynı savaşta iki düşman ülkede kahraman olabilir mi? Olamaz, değil mi? Peki ya olursa…"

Kitaba puanım 9.

8 Ekim 2024 Salı

Gülten Dayıoğlu - Yüzler ve Sözler kitabı incelemem

İlkokul 4.sınıftayım. Yani yaklaşık 11 yaşındayım. Sınıf öğretmenimiz Mukedder hocam sınıfa geliyor ve çocuklar sizi birazdan değerli bir yazarla tanıştıracağım diyor. Bu değerli yazar o zamanlarda bile 66 yaşında. Tabii hayatımda hiç yazar görmemiş biriyim o dönem için ve şu andaki gibi herkesin yazar olduğu bir dönemde zaten değil. Ciddi bir saygı ve merak söz konusu. Gidiyorum ve konferans salonunda sıraya giriyorum. Midos Kartalının Gözleri isimli romanı satın alıyorum, imzalatıyorum ve sonradan öğreniyorum ki bu büyük yazar çocuk kitapları yazması ile ünlüymüş. Hemen imzasını alıp eve gidip anneme bu yazarın kitabını aldığımı anlatıyorum. O kitabı yanlış hatırlamıyorsam o dönem hemen okumadım. İlk okuduğum kitap nedense benim belleğimde hep annemin de hayran olduğu Ayşe Kulin ve Adı Aylin kitabı olarak kalmış.

Kendisi ile 2001 yılında çok büyük bir yazar iken tanışmıştım ve şimdi aradan dile kolay 23 sene geçmiş ve kitap okuma grubuma getirme fırsatı yakaladım. Dile kolay 91 kitap yazmış, 116 ülke gezmiş bir insandan bahsediyoruz. Edebiyata gönül vermiş bir isimden: Gülten Dayıoğlu'ndan bahsediyorum.

Kendisini bence çok net bir çocuk kitabı yazarı olarak tanımlamak doğru olmayacaktır. Benim gözümde çocuk yazarları kuşlar, böcekler, doğa, mutluluk, huzur, mesaj içerikli şeyler yazarlar. Duygusal ve can yakıcı hadiseler çocuk kitabı yazarlarında bence olmamalı. Ama Gülten Dayıoğlu bu profilde bir çocuk yazarı değil. Kendisi tam tersi acı, nefret, şiddet, fakirlik gibi unsurların da içinde olduğu ortam ve hikayeleri kurguluyor. Realist tabii ki. Buna sözüm yok. O nedenle ben genellikle onu önerirken hep bir sorgularım. Çocuk kitabı önerilerinde genelde Gülten Hanım'ı çok sevmeme rağmen önermem.

Şimdi bana yaa Emre hayatın içinde zaten bunlar var, bunları er ya da geç o çocuk görecek ve neticede yaşayacak da diyebilirsiniz. Ama ben o şekilde düşünmüyorum. Ben o yaşlarda en azından görmesin diye düşünüyorum. Ee peki Emre sen okudun da ne oldu da diyebilirsiniz. Buna cevabım pek net değil. Umarım iyi bir şey olmuşumdur. Ama şu çok net ki çocuk kitaplarından daha çok şu an incelemesini yaptığım bu tecrübe dolu kitabı önerebilirim size.

Peki kimdir bu Gülten Dayıoğlu? Kendisi hukuk mezunudur. Ama dışarıdan öğretmenlik okuyarak öğretmen olup, uzun yıllar bu mesleği icra etmiştir. Roman, öykü, radyo televizyon oyunları yanında, yurtdışındaki işçi çocuklarının eğitim ve öğretim sorunları ile ülkemizdeki ilköğretim düzeyini irdeleyen araştırmaları vardır. Onun yazması ve okuması gerektiğini tespit edenlerden birisi de ünlü yazarımız Reşat Nuri'den bir başkası değildir. Fransızca ve İngilizce bilmektedir. Yüzlerce edebiyat ödülü vardır ve en popüler kitabı Fadiş'tir.

Kitaba gekeceksek; bir öğrencisini kaybettiğini düşündükten sonra onun isim soyismini araştırmak için elinde bulunan eski rehbere baktığında kafasında bu kitabı yazma isteği uyanır. Bu rehberi çok uzun yıllardır tutmakta olduğunu belirtmiştir. İşte kitabın adı da olan yüzler o telefon rehberindeki yüzlerdir.

Peki kim bu yüzler?

Abdi İpekçi ile alakalı olarak onun kendisine yazım tecrübesi olarak çok faydasının olduğunu söylemiştir. Abdi İpekçi benim Fadiş adlı kitabım onun yazmış olduğu aynı dönemdeki kitabından 20 kat fazla sattı ve kurşunlanarak ne yazık ki öldü diyerek bu bölüme son vermiştir.

Atilla İlhan ile ilgili bir kitabımın yazım sürecinde yardımcı olmuş ve kitabın halen okunuyor olmasını o sağlamıştır diyerek bahsetmiştir.

Yahya Kemal Beyatlı ile hiç sohbet etmediğini ama çok büyük bir hayranı olduğunu ifade eden Gülten Hanım, büyük şair ile ile ilgili onun sohbet ettiği pastaneye sık sık gidip onu izlediğini dile getirmiştir.

Yaşar Kemal ile Yunus Nadi ödül töreninde tanıştığını ve ondan çocuk edebiyatında değil, politik konularda da yazmalısın öğüdünü aldığını ifade ederek bu bölümü de bitirmiştir.

Faruk Nafis Çamlıbel ile manevi babası vesilesi ile tanıştığını ve onun da edebiyatını çok beğendiğini söyleyerek bahsetmiştir.

Ece Ayhan ile ilgili damatları olduğunu, tanıma, sohbet etme fırsatı bulamadığını ama şiirlerini okuduğunda çok hisli biri olduğuna kanaat getirdiğini belirterek geçirmiştir.

Aziz Nesin'le ilgili olarak onunla nasıl tanıştığını, onun vakfında geçmişte yer aldığı ve vakfın bahçesine gömülme hadisesini de anlatarak bu bölümde yer vermiştir.

Sunay Akın'ın oyuncak müzesi kurma hayalini, bu hayali başarmasını ve o müzeye en ünlü eseri Fadiş'in ilk baskısını koyduğunda kitabı o müzede gördüğünde ağladığını bizlere anlatır.

Orhan Kemal'in hayatının son dönemlerinde kendisinin öykü kitabını okurken hayata gözlerini yumduğunu ondan çok büyük övgülerle bahsederek anlatır.

Sezen Aksu ile ilgili olarak kitapta Nükhet Duru ile birlikte konser verdiklerine şahit olduğunu, hayran olduğunu, o esnada iki sanatçının da insanlara bel altı, cinsellik, beyin gücü, görgüsüzlük, ahmaklık ya da ahlak düşkünlüğü gibi konularda öylesine yumuşacık yumruklar vurarak insanları güldürdüklerini söyleyip, minik serçenin oğluna Mithatcan'a imzalı kitabını hediye ettiğini belirterek bahsetmiştir.

Audrey Hepburn bilindiği üzere gelmiş geçmiş en büyük Hollywood yıldızlarından bir tanesidir. Onunla TRT'nin organize ettiği UNICEF ile alakalı 1979 senesi ulusal egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda yan yana gelmişler ve onun zerafetine kibirsizliğine sadine hayran kaldığını belirterek büyük oyuncudan bahsetmiştir.

Yine Sakıp Sabancı, Çolpan İlhan, Vehdi Koç, Nihat Erim, Orhan Kural gibi isimlerden de bahsetmiş kitapta.

Ben kitapta en çok Mina Urgan'ın Bir Dinozorun Anıları benzerliği görürüm diye düşündüm ama onu bulamadım. Bildiğiniz üzere Mina Urgan'da çok fazla önemli insanlarla çevre edinmiş ve önemli hadiselere denk gelmiş kıymetli bir isimdi. Onun kitabı daha heyecan verici idi. Gülten Hanım bazı isimlere sırf havalı isim diye kitapta yer vermiş. Elimi sıktı benim, masama içecek gönderdi benim, merhaba dedi bana gibi hikayeleri de mevcut. Ayrıca kimseyle ilgili olumsuz bir şeylerden bahsetmiyor. Bu onun fazla nahif ve olgun olduğunu da tabii ki gösteriyor ama Mina Urgan gibi belki daha sivri sözler okumak istedim. Bilemiyorum.

İkinci kısımda da kitapta gezi anıları, tanıştığı ve onu derinden etkileyen kişiler ve olaylardan, dönemsel olaylarla ilgili acı tatlı anıları gibi konulara değinmiş. Bu kısım ilk kısımdan daha heyecan verici ve samimiydi. Nedenini de yukarıda belirttim.

Kitabın sonunda bu anlatıya başlarken kimseyi kırmayacaktım, bunu kendime söz vermiştim ve sözümde durdum diyerek son noktayı koymuştur. Burada da zaten benim yukarıda belirttiğim sivri dilin kendi isteği ile yani bile isteye olmadığı zaten belirtilmiştir. hatta devamında kitapta bahsetmediğim yine çok sevdiğim dostlarım vardır, onlar ayrım yaptığımı düşünmesinler diyerek de nahifliğine devam etmiştir.

Kitabın başlangıç konusu olan genç bir tiyatro sanatçısının Cihangir'deki evinde ölü bulunduğu haberi kitabın sonunda benim yanlış anlaşmamış diyerek son bulur. Yani bir yanlışlık Gülten Dayıoğlu'na bu koskoca kitabı yazdırmıştır.

Kitapta yaşam serüveninden maraton olarak bahseder. Umarım bu maratonda hepimizin karşısına güzel kalpli insanlar çıkar ve biz de aynı Gülten Dayıoğlu gibi nahif bir şekilde ilerleyen zamanlarda onları anarız.

Kitaba puanım 9.

30 Eylül 2024 Pazartesi

Ezgi Tanergeç'in Devridaim kitabı incelemesi

Ezgi Tanergeç, 1980 doğumlu. Radyo televizyon ve sinema bölümü bitirdi. Bir dönem televizyon kanallarında prodüktörlük, film sektöründe set fotoğrafçılığı gibi görevlerde bulundu. Dergi yazıları yazdı. Çeşitli kurumlarda basın danışmanlığı yaptı. 2020'de yazmaya başladığı ilk romanı ve şu anda da incelemesini yaptım kitap olan Devridaim isimli kitap Turgut Özakman ilk roman ödülüne layık görüldü, ayrıca 2024 Orhan Kemal Roman ödülünü de yine aynı kitapla kazandı. Ödülünü Türk roman tarihinin en önemli kadın yazarlarından Ayşe Kulin'den almıştır.

Devridaim kitabı ciddi bir emek verilerek hazırlandığını düşündüğüm bir kitap. Kitabın kopyalarını tutmadığından yeniden yazıldığı biliyorum. Kitap 2019 İstanbul, 1968 İstanbul, 1868 İstanbul dönemlerine girip çıkarak ilerleyen, bir çok merak unsurunu da bu geçişlerde oluşturan bir kitap olma özelliğini taşıyor.

Kitapta net bir ana karakter olduğunu düşünmüyorum. Her dönemin kendi ana karakteri var. Damacana satıcısı olan Serkan, Işık isimli sevdiğine kavuşma arzusunda olan saf aşık Macit, Yunan asıllı Osmanlı devlet adamı, diplomat, çevirmen ve oyun yazarı olan Ahmet Vefik Paşa kitaptaki anakaraklerden bazıları.

Ahmet Vefik Paşa demişken, kendisinin ilk Türkçülerden, dönemin Milli Eğitim Bakanı ve iki ayrı döneminde sadrazamı ve valisi olduğunu yani gerçek bir karakter olduğunu söylemekte fayda var. Ayrıca Bursa'ya dönemin önemli tiyatrolarından bir tanesini yaptığını ve sanata önem veren yazar bir kişilik olduğunu da belirtmeliyiz. Yine kendileri önemli yazarlar ve düşünürler Victor Hugo ve Voltaire'ın tercümelerini de o dönem için yapmıştır. Kendisi ilk Türkçe sözlük sayılabilecek Lehçe-i Osmani'yi de yazmıştır ve tarih, felsefe, atasözü ve kısa Osmanlı Tarihi gibi birçok alanlarda da eserler vermiş yetkin bir kişidir.

Yine kitapta geçen Ahmet Vefik Paşa'nın Zor Nikahı adlı eseri de doğal olarak gerçek bir eserdir ve Ezgi Hanım araştırma konusunda işini iyi yapmıştır da diyebiliriz. Dönem ögeleri kullanmada iyi olduğu düşündüğüm yazarımız, dönem dilini kullanma da bana kalırsa başarılı değildir. Ama bu 1980 doğumlu birisi için pek tabii olarak kolay bir şey değildir. Belki profesyonel Osmanlı alanında derleme konusunda yardım alsa idi bu konu daha kusursuz görünebilirdi. Belki de aldı, bilemiyorum. Ama belirttiğim gibi eski dönem, 1868 ler yeni Türkçe ve ifadeler gibi geldi bana. Osmanlı dilini kullanmak okuyucunun zor anlayacağından tercih edilmemiş de olabilir.

Kitapta bir kapı önünde bir taş ve bir mektup bulunur, bu olay kitaba gizem katar ve olaylar ilerler. Aslında insanlar aynı yerlerde, farklı hayatlar yaşayan insanlardır. Hikayeler birbirine benzemez. Ama acılar bildiğiniz üzere hep ortak acı olmuştur. Herkesin sınavı birbirinden farklıdır. Kimsenin hayatı kolay değildir. Bu gizem unsuru kitabın sonuna kadar varlığını devam ettiriyor. Sıkılmadan ve akıcı bir şekilde kitap son buluyor. Okunmaya değer bir hal aldırıyor.

Kitaba bir su yolculuğu demek bence iyi bir özet için yeterli olur. Yola çıkışta diğer bir unsur şu; yaptıklarımızı yapmasaydık, yapamadıklarımızı ya da yapabilse idik, bu gün ne değişirdi? Kitabı okurken bu soru sizin kafanızı yoracak. Macit ve Serkan karakterlerini çok sevecek ve sanıyorum bazı sahneleri unutmayacaksınız.

Ödül şu şekilde duyurulmuş: "Devridaim'i ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından başlayıp 2019’lara kadar devam eden tarihsel kesitlerin ustalıkla kurgulanmış bir kuşak hikayesiyle birleştirilmesi; 68 kuşağının Türkiye tarihine damga vuran toplumsal olaylarının ve karakter hikayelerinin, dünyadaki temel kaynakların tükendiği günümüzün toplumsal ve politik gerçekliği ile başarılı bir şekilde bir araya getirilmesi; insan, toplum ve zamana dair güçlü bir anlatıma sahip olmasından dolayı 2024 yılı, 53. Orhan Kemal Roman Armağanı’na değer görmüştür."

Kendisi ayrıca bana kitabı imzalı olarak nahif bir şekilde hediye etti. Umarım edebiyattaki süreci ve bize kattıkları daimi olur. Yeni kitabı da çıktı. O da umarım bu kirap gibi başarılı olur. Olacağını da düşünüyorum. Çünkü bu kadar karışık bir puzzle parçasını yan yana getirmek büyük bir yetenek gerektiren bir iş. O nedenle ilerleyen dönemlerde unutulmaz eserler çıkaracağını da varsayıyorum. O konfor alanı hayatında hep olur, vakti ve huzuru yerinde olur ve yazmaya devam eder diyorum.

Kitaba puanım 8.

22 Eylül 2024 Pazar

Dazai'nin Pandora'nın Kutusu İncelemem

Mitolojide Pandora'nın kutusu nedir? İçinde kötülükleri barındıran sihirli bir kutudur. Meşhur Zincire Vurulmuş Prometheus hikayesi de yine bu konuyla ilintili. Pandora, ceza olarak mitolojiye göre yaratılan ilk kadın. Kadınlar yani ceza için Zeus abi tarafından dünyaya gönderilmiş :))) Dinimizde geçen Havva annemizin miyolojideki karşılığı yani. Zeus, güzel Pandora’yı, Prometheus’un ikizi olan Epimetheus‘a bir kutuyla gönderir. Kapıyı çalan Pandora’nın güzelliğinden büyülenmiş olan Epimetheus, onu evine alır ve ertesi gün onunla evlenir. Söz konusu kutuyu açmasını Pandora’nın kulağına fısıldayan Zeus’un, artık insanlıktan intikam alma zamanı gelmiştir. Zeus sayesinde kutuyu açan Pandora, insanlık arasında mutsuzluğu salıvermiştir. Böylece kötülükler dünyaya ve insanlığa yayılmıştır. Tanrılar başımızı yakmış yani anlayacağınız :)))

Pandora'nın kutusu kitabı ile ilk şunu belirtmekte fayda var; kitap kolay okunabilen bir eser değil. Yazım şekli kitabı özgün bir hale getirmiş. Sırf bu özgünlüğü yaşamak için bile denenebilir.

Yine Japon edebiyatına alışan siz okurların bildiği bazı gerçekler vardır. Bunlardan bir tanesi de Japonların hassas kalpleri ve uç noktada hayat yaşayan kişiler oluşları. Dazai, esrarkeş, veremli, asabi, kavgacı ve alkolik biri olarak birkaç kez intihar etmeye de kalkışan biriydi. Hayatına da zaten metresi ile birlikte intihar ederek son vermiştir. O nedenle ileri derecede depresif kafa yapısını ve sorgulayan kafa yapısını eserlerinde görmek mümkündür. Genelde eserlerinde yalnızlık, varoluşçuluk, içe dönük kişilik gibi noktalara değinerek yazar.

Bu kitapta da karakterlerin hepsi insan doğasının farklı yönlerini ve hayatın zorluklarını ele alan karakterler. Asıl amaç yani insan doğasının karmaşıklığını bizlere anlatmak. Takıntı ve kaygı bozukluğu ile ilgili de bazı psikolojik rahatsızlıkları da yine kitapta görüp, Dazai'nin depresif dünyasına da girebilirsiniz. Farklı pencerelerden bakabilmek için ve yine aynı şekilde karanlık zihinleri de algılayabilmek için bu kitap fayda sağlar. Öncelikle Dazai'nin ben modunuzun düşük olduğu dönemlerde okunmasının taraftarı değilim, bunu da belirtmek lazım.

II. Dünya Savaşı’nın buhranı tüm ülkeyi sarmışken, yakalandığı hastalıkla mücadele eden Risuke, bir taraftan hayatını düzeltmeye çalışır. Bu karanlık dehlizde tek ışığı arkadaşına yazdığı mektuplardır. Risuke’nin kaleme aldığı her kelime, kendi yaşam yükünün yanı sıra bir ülkenin girdiği çıkmazı, kadın-erkek ilişkilerini, yıkılan hayatları ve her şeye rağmen yeşermekte olan umutları bizlere anlatır.

Kara mizah, içe dönüklük, melankoli her yerde. Kitap, Dazai'nin sevgilisi ile intiharından sadece 3 sene evvel yazılmıştır. Bu da Dazai'nin gittiği varoluşsal uçurumu da bizlere daha net gösteriyor. Kitap, 2.dünya savaşı sonrası anlatır.

Kitaba puanım 7.

18 Eylül 2024 Çarşamba

İvan İlyiç'in Ölümü - Tolstoy İncelemem

Tolstoy'un en kısa eserlerinden birisinden bugün bahsedeceğim. İvan İlyiç'in Ölümü kitabından. Kitabı toplam 4 senede yazmış. Yani kısa bir eser olarak değerlendirilip, basit olarak algılanmaması için bu açıklamayı yapmakta fayda buldum. Hikayeleri arasında en meşhurlarındandır diyebiliriz.

İvan İlyiç bir yargı görevlisi. Hikaye bu ölümün neden olduğu ile ilgili İvan'ın meslektaşlarının tartışması ile başlıyor. Bu ölümü araştırırken tabii ki Tolstoy yine o bildiğimiz ve alışkın olduğumuz mükemmel mesajlarını bizlere iletiyor. Düzgün bir hayat yaşamaya çalışanlarla ilgili ve hayatın basitliği ile alakalı özellikle çok kaliteli göndermeleri var. Basit ve sıradan hayatlar aslında daha da korkunçtur gibi. Burada belki de bize bir şeyleri adam akıllı yaşayamadan ölen birisinin, terbiyeli ve hoş bir hayat sürme gayesinde olan birisinin ölümünün daha da yakıcı bir şey olduğunu vurgulamak istedi. Ölüm döşeğindeki İvan İlyiç geriye dönüp baktığında ölmesinden daha kötü olan bir durumu tespit etti : O da Victor Hugo'nun da dediği gibi; "Ölmek bir şey değil, yaşamamak korkunç."

Bir insan eğer hayattan vazgeçerse gerçek mutluluğu yaşayabilir diyen Tolstoy, bu düşüncesi ile kitabı neticelendirmiştir. Dünyalık düşüncelerde olanların bu hayattan zevk alamayacağını vurgulamıştır. Üç Ölüm isimli kitabındaki Platon Karataev ile de bunu daha önceden bizlere anlatmıştı.

Kitapta ölüm korkusu ile de çok güzel tespitler mevcut. Zaten bu kadar kısa bir kitapta bu kadar çok mesajı Tolstoy'dan bir başkası kitaba yediremezdi. Özellikle ölümcül hastalıkları olanların ruh yapılarını anlamak açısından bu kitabı okumak bence faydalı olacaktır.

Sıradan insanları yüceltmekle alakalı bu kitabın çok eleştiri aldığını da tabii ki fayda var. Sıradan olan kişileri yüceltmek ve onlara acımak bir başarısızlıktır diyen Limonov gibi.

Ölüm bilindiği üzere herkesin başına gelecektir ama sorarlarsa birileri size bunu siz hiç ölmeyecekmişsiniz gibi davranırsınız. İşte bu kitapta da bu gerçek tespite iyi bir gönderme de vardı. Herkes ölecek ama ölüm haverini öğrenen dostları sanki sadece İvan İlyiç'e özgü bir olaymış gibi bu konuyu değerlendiriyorlar.

Yine evlilikle ilgili de birçok mesaj var. Çünkü İvan İlyiç'in hayata karşı soğumasının en büyük nedenlerinden bir tanesi eşi Praskovya.

Yine kitapta yürek burkan bir başka konunun da sadece ölenin ya da ölecek olanın üzülüyor oluşu. Geriye kalan bu duruma eşi, çocuğu, doktoru, yani hiç kimse üzülmüyor. Herkes dünyalık gayretlerine, hayatın akışına, eğlencelerine devam ediyor.

İvan İlyiç ölüme yakın son anlarında merhamet ve yaşadığı hayatı kabul ederek acısı hafiflemiş ve huzurlu bir şekilde can vermiştir. Yani hayatın kabul edilmesi gereken tarafına da bir vurgu yapmaktadır bu eser. Sınav ve kader mesajı açıktır.

Son olarak şunu demeliyim sanırım : Eğer ölmeden ölürsek yani, yaşamı ve kendimizi ölmeden sorgular ve yorumlarsak her şey için geç olmadan daha verimli bir şekilde biz de İvan İlyiç gibi can verebiliriz. Keşkesiz bir hayat için. Tekrarlıyorum: Her şey için geç olmadan.

Kitaba puanım 8.

12 Eylül 2024 Perşembe

Şükran Yiğit Burası Radyo Şarampol İncelemem

Şükran Yiğit günümüzün önemli kalemlerinden. İstanbul'da doğmuş, Ankara'da büyümüştür. Bu iki şehirden kitaplarında birçok kez bahsetmiştir. Yazı yazmayla ilgili değil, anlatmayı sevmeyle ilgili bir derdinin olduğundan bizlere bahsetmiştir.

Burası Radyo Şarampol kitabı hem Atilla İlhan Roman Ödülü sahibidir, hem de Altın Koza Edebiyat Ödülü Senaryo dalında finalistidir. Yani belki de yakın zamanda bu kitabın filmini izleyebiliriz.

Burası Radyo Şarampol kitabı sizi birçok kitapta olduğu gibi farklı dünyalara götürüyor. İnsanların en çok özlem duyduğu o özel günlere, çocukluk, gençlik dönemlerine sizleri yolculuğa çıkarıyor. Kitabımız şarkı eşliğinde sanki ilerliyor. İşte burası radyo şarampol.

Kitabımızın anlatıcısı Filiz. Anakahramanı aynı zamanda kitabın. Chris, Arkadyus, Mine Abla çok iyi kitap karakterleri idi. Mine Abla ile olan diyaloglar özellikle tatmin etti. Samimi bir kitap ve samimi bir ortam diyebilirim. Kitap Antalya'da geçiyor, Şarampol de buradaki mahallenin adı. Daha sonra hikaye Berlin, Kreuzberg’e uzanıyor. Anakarakterimiz her yerin sesini kasete dolduruyor. Orijinal bir fikir bence.

Belirttiğim gibi samimi bir ortam ve hikaye. Duygu yoğunluğu olan ve yer yer ağlatabilecek sahneler de vardı. Uzun betimlemeler, dönem anlatımı, alıntılar bence gayet iyiydi ve başarılı idi. Edebi yönden tarzını sevdim Şükran Yiğit'in.

Popüler uygulamalardan Spotify'de kitabın çalma listesi bile var.

Hayatla ilgili sorguları, memleket sevgisi vurgusu, mucizelere olan inancımızı arttırıcı yaklaşımı ile özel bir kitap oldu diyebilirim.

Filiz hayatın can acıtıcılığına oyunlarla, müziklerle daha çok ilgilenerek baş edebilen bir kızımız. Hayatın bu açısına bence de bu güzel bir merhem. Ben de kitaplarla ve müzikle ilgilenerek baş etmeye çalışıyorum mesela. Bir meşakkat bulmak şart.

Kitaptaki en iyi soru şuydu: "Kitap mı hayattan, hayat mı kitaptan kopya çekiyor?" Çok düşündüm. Cevabını bulamadım. Tavuk, yumurta meselesi gibi oldu. Bu yazıya başlık olarak en iyi bu soru olur diye düşündüm.

Gorki'nin o eşsiz eseri ile ilgili de çok hoş bir sahne var kitapta. Seveceksiniz. Ayrıca dönemsel bir kitap olarak bakmakta da fayda var. 80 darbesi öncesi ve sonrası kitapta mevcut. İyi de bence çizilmiş. Ayrıca şiddet uygulayan öğretmen, iyi niyetli idealist öğrenmenler de yine bize ilkokul sıralarını iyi hatırlattı. Yine gurbete giden vatandaşlarımızın da neler çektiğini o dönemde görmemiz açısından önemli bir eserdi. Portakal ağacı sahnesi unutulmazdı örneğin.

Keşke bu kitabı ben yazsaydım diyeceğinizi düşünüyorum. Şükran Yiğit'in kapsayıcı anlatımı, karakter çizimleri, dönem bilgisi, geçişleri çok tatmin edici. Kıskanılmayacak gibi değil. İlk kısım daha akıcı geldi ama ikinci kısım yer yer sıktı. Mine Ablayı unutmayacağım. Filiz'in aşkını da sanıyorum ki öyle. Unutulmaz bir kitap olmasa da önemli karakter barındıran, önemli bir dönemi anlatan ve önemli sahneleri olan bir kitap olarak hatırlayacağım.

"Hayat başımıza gelen bir şey değildi, biz onun peşinden gidiyorduk."

Kitaba puanım 8.